07 Mart 2019

Yavuz Sultan Selim ve Şah Ismail Mücadelesi




Talha Uğurluel, “Asr-ı Saâdet’ten Osmanlı’ya Sarayın Kutsalları” adlı kitabında Yavuz Sultan Selim’in Alevi katliamı yapmadığını, asıl katliamı Şah Ismail’in yaptığını anlattı:


“Her girdiği ülkede camileri ve türbeleri yıkan, Sünni Müslümanları Şii olmaya zorlayan, kabul etmeyenleri toplu şekilde katleden Şah Ismail’in bu uygulamaları Osmanlı topraklarında rahatsızlık meydana getiriyordu. Ancak o günlerde Osmanlı Padişahı II. Bayezid, sulhtan yana bir siyaset güdüyor, çevresindeki vezirlerin de telkinleri ile bıçak kemiğe dayanmadıkça herhangi bir savaş ihtimalini göz ardı ediyordu.
Islam çoğrafyalarına gönderdiği mürid ve fedaileri ile aleni ya da gizli olarak Safevi propagandası yaptıran Şah Ismail, bir yandan da çevre ülkeleri istimlak politikasını sürdürüyordu. Kirman’dan sonra Kazaran’a girmiş, buradaki ehl-i sünnet alimlerinin hepsini kılıçtan geçirmişti. 1504’te Yazd’ı ardından da Isfahan’ı zapt etti.
Burada Şah Ismail’in katliamlarını detayları ile anlatsam sayfalar sürer. Onun canilik boyutunu günümüze taşıyan nice esere rastlayabilirsiniz. Hatta son dönemde epey dikkat çeken Alevi yazarımız Reha Çamuroğlu’nun “Ismail” isimli kitabı bu mevzuu tüm ayrıntıları ile aktarmaktadır. Kitapta, Ismail’in ana katili olduğu hadise şöyle anlatılmaktadır:
“Yaptığı katliamlar üzerine Uzun Hasan’ın kızı, Ismail’in annesi Alemşah Begüm, hışımla girdiği odada, doğru Ismail’in yanına gitmiş ve avazı çıktığı kadar bağırmıştı:
‘Bu cinayetleri ne zaman durduracaksın? Katil!’
Zafer sarhoşluğundan daha kurtulamamış olan Şah Ismail, annesinin sözleri karşısında ne yapacağını şaşırmış ve şoke olmuştu. Ancak güçlü bir şahtı ve karşısındaki annesi dahi olsa onunla bu şekilde konuşamazdı. Nitekim şaşkınlığı kısa sürede geçti ve gözünü kırpmadan öz annesini ölüme gönderdi, yay kirişiyle boğdurdu. Tebriz’e girdiğinde Şiiliği kabul etmeyen Sünni halkın tamamını idam ettirdiği gibi annesine de acımamıştı.
Bu kitabı okuduğunuzda, “Yavuz Sultan Selim Anadolu’da binlerce Alevi katletti!” söyleminin aksine, Alevileri asıl kullanan kişinin Şah Ismail olduğunu göreceksiniz. Gerçekte Şah Ismail ile Yavuz Sultan Selim arasındaki kavga, Alevi-Sünni meselesi değil, tamamen bir iktidar savaşı idi. Şah Ismail için Aleviler, onu iktidara taşıyacak birer araçtı sadece. Yavuz’un da hiçbir zaman bir Alevi düşmanlığı olmamıştır. Aksine, Osmanlı coğrafyasında binlerce Türkmen Alevisi hallerinden son derece memnun bir şekilde yönetime tabi durumda idi.
Osmanlı’nın yumuşak siyasetinden cesaret alan Şah Ismail, katliamlarına devam ediyordu. 1505’te de Kazvin’e geldi ve dünya Halidilerinin merkezi olan bu şehirde, bir tek Halidi bırakmamacasına, yakalattıklarının tamamını katletti. Yavaş yavaş batıya doğru ilerliyordu. Osmanlı ile aralarında bir Türkmen Beyliği olan Dulkadiriler vardı. Yavuz Sultan Selim’in dedesi olan Alaüddevle Bozkurt Bey’in basında bulunduğu Dulkadiroğlulları Beyliği’ne saldıran Şah Ismail onları da yenilgiye uğrattı ve başkentleri Elbistan’a girdi. Burada taş üstünde taş bırakmayacaktı!
TRT için “Tarihin Izinde” programını çektiğimiz günlerde Elbistan’a gitmiştik. Iki konu üzerine çekim yapacaktık. Elbistan Ulucamii ve Memlük Sultanı Baybars’ın Moğolları yendiği Elbistan savaş alanı. Yaptığım çalışmalarda Elbistan Ulucamii’nin bir Selçuklu camii olduğunu öğrenmiştim. Ancak Elbistan’a varıp da Ulucamii’ni gördüğümde şaşırıp kaldım. Cami, merkezi kubbeli bir Osmanlı camisi idi. Yanımdaki yerel tarihçilere durumu sorduğumdan bana üzüntü içinde, Şah Ismail’in burada yaptığı katliamları anlattılar. Şehri yok edişi, o güzelim Selçuklu eseri Elbistan Ulucamii’ni yıkışı ve erkekleri öldürüp kadınları esir edip götürüşü…
Yavuz Sultan Selim Çaldıran’ı kazandıktan sonra buraya da uğrayacak ve yok edilen Elbistan Ulucamii’nin yerine yenisinin yapılmasını emredecektir. Bir gün yolunuz Elbistan’a düşerse, yok edilen tarihi cami ve Osmanlı tarafından ihya edilen yeni camiyi görmekle, Yavuz Sultan Selim’in Anadolu’da Alevi katliamı yapan, ortalığı yakıp yıkan değil, Şah Ismail’in yıktıklarını yeniden imar etmeye çalışan biri olduğunu ibretle anlayacaksınız.


Yavuz Sultan Selim…
***
O günlerde en çok ıztırap çeken şehirlerden bir de Diyarbekirdir. Elbistan’ın başına gelenlerden korkan Diyarbekir Hakimi Emir Bey, aynı duruma maruz kalmamak için Şah Ismail’e bağlılığını arz etmiştir. Halbuki Diyarbekir’in hemen tamamı Sünni’dir. Bu duruma itiraz eden halk bu tabiiyete karşı çıkar. Uzun mücadeleler neticesinde Safevi kuvvetleri şehri teslim almayı başarır. 7 yıllık esaretin ardından Çaldıran Zaferi’ni duyan Diyarbekirliler, bir gece operasyonu ile şehirdeki bütün Safevi askerlerini esir ederek şehri Osmanlı’ya teslim ettiklerini ilan edeceklerdir. Diyarbekililerin bu tavrı bile, beş asır sonra Şah Ismail ve Yavuz Sultan Selim’den hangisinin zalim olduğu noktasında bize bir fikir verebilir.
Şah Ismail’in en kanlı işgallerinden biri de Bağdat üzerine gerçekleşmiştir. 1508’de Bağdat’a girdiğinde, Abbasilerin başkenti olan bu nadide şehri ciddi anlamda tahrip ettirmiştir. Başta Imam Azam Ebu Hanife Hazretleri ve Ehl-i Beyt’ten Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin türbesi olmak üzere nice sahabe, Ehl-i Beyt ve ehl-i sünnet aliminin kabirlerini yıktırmıştır. Bağdat’a tayin ettiği valiye, Abbasi halifesini küçük düşürmek için “Halifelerin Halifesi” unvanını vermiştir.
Şah Ismail gerçekten ilginç bir kişilikti. O güne kadar ordusunun başında çıktığı hiçbir savaşı kaybetmemişti. Mesela Özbek Hanı Muhammed Şeybani’ye saldırıp Horasan’ı almaya çalışacak ve savaşı kazanıp şehri ele geçirecektir. Bir sene sonra ordularını yine Özbekler üzerine gönderecek fakat bu kez kendisi ordunun başında bulunmayacaktır. Bu seferde, Safevi orduları Özbekler karşısında yenilgiye uğrar ve Horasan ellerinden çıkar. Bu kez Şah Ismail, ordusunun başında sefere çıkar ve Özbekleri ikinci kez yenerek Horasan’ı geri alır.
Horasan üzerine yaptığı ilk seferinde, Özbek Hani Muhammed Şeybani’yi ölü ele geçirmiş, başını kestirerek kafa derisini yüzdürmüştür. O günün kaynakları, Şah Ismail’in bu kafatasından şarap içtiğini, kafa derisini de saman ile doldurtarak Osmanlı Padişah’ı II. Bayezid’e bir gözdağı olarak gönderdiğini anlatır.
Işte bu ve benzeri nice hadiseyi Trabzon gibi yakın bir coğrafyadan takip eden Şehzade Selim dayanamıyor, bu gidişata dur demenin yollarını kolluyordu.
Tarihler 1511’in Nisan ayını gösterdiğinde Anadolu’da büyük bir ayaklanma patlak verecektir. Şah Ismail’in nicedir Anadolu’ya yerleştirmekte olduğu daileri ve onların propagandalarına kulak verenlerin başlattığı Şahkulu Ayaklanması Antalya, Burdur, Kütahya derken Bursa önlerine kadar taşınan ayaklanmada, iki Osmanlı birliğini yenen, birçok kadı ve beylerbeyini şehit eden gözü dönmüşlerin üzerine, Sadrazam Hadım Ali Pasa gönderilecektir. Şehzade Ahmed’in de katıldığı ve ne yazık ki savaştan kaçtığı bu çarpışmada Şahkulu öldürülecek ama Sadrazam Ali Paşa da şehit düşecektir. Kaçışan isyancılar Şah Ismail’e sığınacaktır.
Kaderin cilvesine bakınız ki Şah Ismail farkında olmadan kendi Azrail’ini, hayatını alması için vazifeye davet etmektedir. O günlerde II. Bayezid’in büyük oğlu Ahmed, veliaht şehzadedir. Kısa bir süre içerisinde Osmanlı tahtına geçecektir. Hatta Şahkulu Isyanı’nı bastırmak üzere, bu amaçla gönderilmiştir. Muhtemelen bu sefer sonrasında babası tarafindan vazifeye getirilecektir. Ancak Şahkulu birlikleri ile yapılan çarpışmadan kaçması, onu, Osmanlı askerlerinin gözünden düşürmüştür. Nitekim isyanın bastırılmasından sonra Ahmed Istabnul’a girmek istediğinde, yeniçeriler onu Gebze’den içeriye bırakmayacaktır. Isyan sırasında Manisa’ya kapanan Şehzade Korkut da hiç iyi bir izlenim bırakmamıştır. Halbuki o günlerde Şehzade Selim gemilerle Trakya’ya geçmiş ve babasına doğudaki sıkıntıları anlatabilmek için akla karayı seçmektedir. Osmanlı tahtına, II. Bayezid’den sonra, devlet erkanının onayı ve ordunun desteği ile en küçük kardeş Yavuz Selim geçecektir. Yani Şah Ismail ve daileri Anadolu’daki faaliyetleri ile Yavuz Sultan Selim’in tahta geçmesine zemin hazırlamışlardır.
Tahta geçen Yavuz Sultan Selim’in programındaki ilk hedef Safeviler’dir. Hemen savaş hazırlıkları başlar. Bu arada Padişah, Şah Ismail’e ilk mektubunu gönderir. Bu Farsça mektupta, Şah’ın yaptığı mezalimlerden ve Islam’a uymyayan davranışlarından dolayı Müslümanlara destek verme ve bu saldırıları ortadan kaldırma amacı ile yola çıktığından bahseder. Işlediklerinden dolayı katline fetva verildiğini, bu nedenle savaştan önce Islamiyet’i kabul etmesi gerektiğini vurgular. Mektup Şah Ismail’e Hemedan’da ulaştırılır. O da cevabi mektubunda savaşa hazır olduğunu, er ise Selim Han’ın da bu meydana gelmesi gerektiğini söyler. Şah Ismail, mektubunun yanında kadın elbiseyi ile yaşmak da yollamıştır. Bu mektup Yavuz Sultan Selim’e Erzincan’a geldiği sırada ulaştırılır.
Osmanlı Sultanı bir sonraki mektubunda, kendisinin Erzincan’a kadar geldiğini, fakat Şah’tan bir eser görülmediğini söyler. Şah, karşı cevabında Yıldırım Bayezid’in Timur ile yaptığı Ankara Savaşı’nı hatırlatarak böyle bir neticeye uğrayabilirsiniz tehdidini savurur. Ayrıca bu mektubun yanında da Osmanlı’nın aklının başında olmadığını (afyonkeş) ima ederek afyon macunu gönderecektir.
Yavuz’un bu son mektubu gayet ağırdır:
“Davete icabet edip uzun yollar kat ile memleketine girdik, fakat sen meydanda görünmüyorsun. Padişahların ellerindeki memleket, onların nikahlısı gibidir; erkek ve yiğit olanlar kendisinden başkasının elini ona dokundurtmaz, halbuki bunca gündür askerimle memleketine girip yürüyorum, senden hala bir haber yok. Seni korkutmamak için askerimden 40.000 kişiyi ayırıp Sivas ile Kayseri arasında bıraktım; hasma mürüvvet ancak bu kadar olur. Bundan sonra da saklanıp gözükmezsen erkeklik sana haramdır, miğfer yerine yaşmak; zırh yerine de çarşaf ihtiyar eyleyip serdarlık ve şahlık sevdasından vazgeçesin.”
23 Ağustos 1514 tarihinde Çaldıran’da gerçekleşen savaş, o günün dünya devletlerinin soluğunu tutarak takip ettikleri bir çarpısma olacaktır. Çünkü Şah Ismail 27 yaşındadır ve o güne kadar katıldığı hiçbir savaşı kaybetmemiştir. Herkes tarafından çevresine korku salan, gözü kara bir lider olarak bilinmektedir. Yavuz Sultan Selim ise tahta geçeli daha iki sene olmuş, daha hiçbir askeri başarısı olmayan, tanınmayan biri durumundadır. Ancak Çaldıran ile dünya, yeni liderini tanıyacak, Osmanlı ordusu bir günden çok daha kısa bir sürede Safevi ordusunu mağlup edecektir. Bu öyle bir yenilgidir ki Şah Ismail; ordusunu, çadırını, şahsi hazinesini, kemer ve pazubendlerini ve hatta karısını bile geride bırakıp kaçmak zorunda kalacaktır.
*


Şah Ismail’in -erkeğin en kıymetli şeyi ve namustan öte sayılan- pazubendi, Topkapı Sarayı’ndaki Hazine Dairesi’nde, içine konulduğu vitrinde siz ziyaretçilerini bekliyor!..
***
Yavuz ona öyle bir tokat aşk etmişti ki bundan sonra hiçbir sefere çıkmayacak, başta Horasan’ı alan Özbekler olmak üzere bütün hasımları ile sulh yaparak, kendisini içkiye ve sefahate verip on yıl içinde, 37 yaşlarında iken sefil bir şekilde hayata gözlerini yumacaktır. Yavuz Sultan Selim bu seferi ile bir diktatörü büyümeden yenmiş, bir yılanın, zehri dört bir yana bulaşmadan başını ezmiş ve bundan sonra yapabileceği nice katliamın önüne geçmişti.
Gelelim Çaldıran Savaşı’nın şu meşhur ganimetlerine. Yani Şah Ismail’in pazubendi ile kemerine!
Eski toplumlarda kadınların olduğu gibi erkeklerin de birtakım süs ve ziynetleri mevcuttu. Zengin erkekler, hükümdarlar, yöneticiler, güçlerine ve varlıklarına göre pazubendler, göz alıcı kemerler kuşanırlardı. Bugün vücut geliştirenlerin pazısını şişirmesi, pazısına birtakım bantlar bağlaması tarihte de yaygındı. Altın yaldızlı, üzeri mücevherli pazubendler o erkeğin en kıymetli şeyi sayılır, namustan öte sayılırdı. O kişiye ait bir pazubendin bir başkasının eline geçmesi son derece onur kırıcı bir davranış olarak görülür, o kişinin gücünün ve iktidarının elinden alındığı anlamına gelirdi.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret ederken yolda Süraka adında bir atlı kendisine saldırmış ve her defasında atının ayakları kumlara saplanıp kalmıştı. Peygamberimiz (s.a.v) duası ile Süraka ikinci kurtuluşunda, “Sana (s.a.v) dokunmayacağım ve başka arayanlara da Sen’den (s.a.v) bahsetmeyeceğim. Peki bana ne vadediyorsun?” demişti.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) yerden bir kemik parçası almış, yanındakilerden birine uzatarak söyleyeceklerimi üzerine yazın demişti, “Sana Kisra’nın pazubendlerini vadediyorum!”
O gün için, o anın şartlarında, bu sözler o kadar uçuk bir vaat idi ki! Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’den canına kastedilerek çıkarılmıştı. Medine kabul edecek mi idi? Şüpheli. Yanında bir tek, dostu Hz. Ebubekir (radıyallahu anh) vardı. Çölün ortasında, karşısındaki adama, dünyanın iki süper gücünden biri olan Pers Imparatoru’nun pazubendlerini vadetmek!
Peki bu vaat gerçekleşti mi? Elbette! O’nun (s.a.v) dünya adına vadettiği her şey gibi bu da gerçekleşti. Hem de 15 sene içinde! O günlerde tarih, miladi 622 idi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) 632’de vefat ettiler. Oldu 10 yıl. Iki sene Hz. Ebubekir’in (r.a) halifeliği, etti 12. Hz. Ömer’in (r.a) halifeliğinin üçüncü yılında Kisra’nın Pers Imparatorluğu parça parça edildi ve imparatorluk saraylarına girildi. Yani bu vaatten tam 15 sene sonra ganimetler Medine’ye getirildi. Hz. Ömer kendisine yapılan Peygamber (s.a.v) vasiyetini unutmamıştı. Süraka’nin köyüne, “Medine’ye gelin!” diye haber uçuruldu. Süraka Medine’ye geldi ve Hz. Ömer’in huzuruna çıktı. O’nu gören Halife Ömer (r.a), “Gel bakalım ey Süraka, emanetlerin geldi!” dedi ve Kisra’nın pazubendlerini kendisine uzattı. Dünyanın en güçlü adamının en kıymetli emanetleri, şeref ve haysiyet sembolleri, bir çöl bedevisinin ellerinde duruyordu!
Süraka’ya teslim edilen Kisra’nın pazubendlerine daha sonra ne olduğunu bilmiyoruz. Ama kısa sürede Ortadoğu’yu kasıp kavuran, zalimlikleri ve hırsı ile nice kan döken Şah Ismail’in gurur ve kibir sembolleri olan pazubendlerine ne olduğunu biliyoruz.
Bugün Topkapı Sarayı’ndaki Hazine Dairesi’nde, içine konulduğu vitrinde siz ziyaretçilerini bekliyor; hırslı bir zalim ile onun önünü kesen bir adanmışın arasında yaşananları anlatmak için…”

**********

KAYNAK:
Talha Uğurluel, Asr-ı Saâdet’ten Osmanlı’ya Sarayın Kutsalları, Timaş Yayınları, Istanbul 2015, 2. Baskı, sayfa 190-205.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder